Reklam
tvTürk

BAĞIMSIZLIK MI KARAKTERDEN, KARAKTER Mİ BAĞIMSIZLIKTAN ÇIKAR!?

Cemal DOĞAN

Cemal DOĞAN

1961 yılında Ankara’da doğdu. İlk orta ve lise öğrenimini, Altındağ’da tamamladı. Eskişehir Açık Öğretim Fakültesi Sosyal Bilimler bölümünden, “alaylı” olarak başladığı gazetecilik mesleği nedeniyle eğitimini yarıda bıraktı. 1988 yılında, ilk olarak Ekonomi Dünyası ve Yerel Yönetimler Gazetesi ’nde stajyer olarak çalıştı. Profesyonel mesleğine FotoSpor Gazetesi ’nde adım attı. Daha sonra,“Polis-Adliye” muhabiri olarak sırasıyla Meydan, Sabah, Star, Bugün ve HaberTürk Gazetelerinde görev yaptı. İki kez, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ’nin “Türkiye Gazetecilik Başarı ödülü” sahibi oldu.

Gazetecilik hayatımın çeyrek asrı, adliye koridorlarında geçti. Doğası gereği, suç ve cezanın tecelli ettiği kasvetli yerlerdir adliyeler. Üç yıllık spor muhabirliğini saymazsak, 25 yıl boyunca zamanımın neredeyse tamamı, ailemden çok hakimler, savcılar, avukatlar, mübaşirler ve tabi ki dertli insanlarla geçti. Hiç unutmam, küçükken mahalle de bir arkadaşım bana, ”Adliyenin önünden geçsen, tipsizlikten altı ay yersin” demişti de, hepimiz gülüp geçmiştik. Bugün fazla kullanılmayan bu söz yerine, bir gün gazeteci olacağımı, yıllarımı adliye de geçireceğimi söyleseydi o arkadaşım, haber amacıyla makamında oturduğum hakimin odasına elinde çay tepsisi ile giren hükümlü mahkum Kadir’in alnından öperdim. Hayat, maalesef bazen böyle ironiler yaşatır bizlere.

Kolluk, yani polisi ve jandarması yargının bir bütünün parçası olduğundan, kısaca bize “polis-adliye muhabiri” denilirdi. Genel anlamda, kriminal  olaylara baktığımız için, Ankara’da zamanımızın bir kısmı da emniyet ve jandarma karakolların da haber peşinde geçerdi. Mahkeme salonlarından çıkan acı kararlara, suç işleyip de, adliyeye getirilen insanların feryat figanları ile inlerdi çoğu zaman koridorlar. Kasvetli ve soğuk yüzlüdür adliyeler. Hiç, iç açıcı haberler yapmazdık. Bazen, anne ve babası duruşmada boşanırken, koridorda hiçbir şeyden habersiz, belki de kaderi çizilen minik yavrunun oyuncak arabası ile mutluluğuna tebessüm ederdik. Masumluğu ispatlanınca, yakınlarının sevinç çığlıklarına çevrilirdi kulaklarımız. Daha fazlası bir mutluluk, güzellik görmezdik, olamazdı zaten adliyelerde. Sabahları, adliyeye girerken orada zamanını geçirecek olan biz gazeteciler, yargıçlar, avukatlar personel kapıda bırakırdık, evlerimizden getirdiğimiz gülen maskelerimizi.! Çünkü burası bambaşka bir dünya, madalyonun görünmeyen yüzüdür. O yüzdendir ki, sabah selamları bile öylesine güleç verilirdi.

Eskiden, insanların sorunsuzluğunu ifade etmek için, ”Hayatım da karakol, adliye nedir görmedim” sözünden, geldiğimiz noktada, yolda yürüyen her beş kişiden üçünün buralardan geçtiği artık istatistiklerle kanıtlanmış durumda. Yani, çocukluk arkadaşım Kadir’in deyimini de aşarsak, şöyle veya böyle bir nedenden dolayı “toplumun yarıdan fazlası çok çok tipsiz”  olmuş dersek fazla abartmış olurmuyuz bilmiyorum. Ancak, benim canımı en çok sıkan şey veya üzüldüğüm diyeyim, son yıllarda sıkça konuşulan “Bağımsız yargı” konusu. Diğer bir ifadeyle, “yargıya güvensizlik”  durumu.  Evet, son dünya ölçeğinde yapılan bir araştırmada, Türkiye 134 ülke arasında “yargısı güvenilmez” listesinde 103. sırada. Ben mesleğe başladığım da, yani 1990’ların başında, hayatımı geçirdiğim yargının güvenilirliği yüzde 70’ler civarın da idi, iyi hatırlıyorum. Şimdi ise, yüzde 30 deniliyor. Peki, aradaki bu büyük uçurum nasıl ve neden büyüdü? Sadece yargı mı bu durumda? Tabi ki değil, emniyetinden askerine, siyasetçisinden bürokrasisine kadar, tüm kurumlar itibar kaybetmiş. Duyuyoruz, görüyoruz, okuyoruz hepimiz. İnsanlar, kendi hukukunu kendi çözme eğilimindeler. Adalet ve hak aramayı, kendi yöntemleriyle cinayetle, linçle halletmeyi marifet sayıyor.

Belki ağır bir ifade olacak ama, peki bütün bu çürümüşlüğü, tek başına yargıya, hukukun tükenmişliğine bağlamak ne kadar insaflı olur. Ben söyleyeyim; büyük bir insafsızlık olur! Klasik bir kavramdır, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği durumlarda hukuk artık yoktur. Hukuk, soyut bir şey değil, yaşamsal bir olgu, bir realitedir. Adalet denilen kuş, Kaf dağının ardında, ulaşılmaz ütopya hiç değildir. Gerekli olan, sadece ellerimizin ve kalbimizin temiz olmasıdır. Ve o kuş, ellerimizi gökyüzüne doğru kaldırdığımızda mutlaka gelip avuçlarımıza konacak kadar saf ve isteklidir. Ülkenin yarısından çoğunun yoksul, kimsenin kimseyi sevmediği, çıkarcılığın, bencilliğin, eleştiri ve empati  gibi değerlerin kalmadığı toplumların ruhu zamanla ölür. Sebep ve sonuç penceresinden bakarsak, güçler ayrılığı kalmamışsa, dolayısıyla demokrasi kalmadığından artık kimse güvenilir ve güvende değildir. Birbirlerine olan sevgi ve dayanışma kılcalları tıkanmış olan insanların, önce kendi damarlarını buna sebep virüsten temizlemeleri, arındırmaları gerekiyor. Gelişen çağda, dünyada sorunsuz birkaç ülke hariç, bizim de içinde olduğumuz tüm kara kıtalar da insanlar gerçek adaleti arıyor. Mesele, ona kavuşmak ise, tüm olumsuzluklara rağmen yapmamız gereken, sevmeyi ve insan olabilmeyi başarabilmektir. Yani, ön yargısız, koşulsuz acilen karakterimizi formatlamamız gerekiyor. Kim bilir, belki de o zaman, bir şeyler eskisi gibi yoluna girebilir. Atatürk ne güzel söylemiş; bağımsızlık benim karakterimdir!

Cemal DOĞAN

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ